Karanlık Algı: Bölüm 26- Ejderha

Bariyerin içi karardıkça, Ukon' un turuncu gözleri daha da parlak görülmeye başlıyordu. İnanılmaz bir keskinlik ile çevrelenmiş gözleri tehlikeli bir şekilde karşısındaki düşmanı izliyor gibi sertçe kenetlenmişti.
Ancak bu kadar da değildi. Sanki bariyerin içinde yüzlerce turuncu göz çifti her köşeden onları izliyor gibiydi. Her hareketini, her nefesini, her kalp atışını. Bu, Gen' in gittikçe daha da gerginleşmesine neden oluyordu.

Daha önce Ukon' u gördüğünde, onu gücünü açığa çıkarmaktan çekinmeyen ve gücünü saklamayı düşünmeyen pervasız biri olarak düşünmüştü. Ancak hiç tahmin etmemişti.
Eğitmeni kolayca yendiğinde gösterdiği gücün, aslında kendi gücünün küçük bir parçası olduğunu...

Ve Gen, artık emin olmuştu. Bu kör çocuk şimdiye kadar gücünün tamamını ortaya çıkarmamıştı.
Buna rağmen Gen ve Mieri çoktan dezavantaja düşmüştü. İkisi de geliştirmesi yıllar süren güçlü anlayışlarını, kendilerine karşı kullanılmaması için kullanmaya cesaret edemiyordu.

'Görev şimdilik önemsiz. Hayatta kalmaya odaklanmalıyız.' dedi Gen kendi kendine.

Hızlıca aklını çalıştırmaya ve düşünmeye başladı.
'Anlayışlarımızı öylece çalabilmesine olanak yok. Mutlaka bir hilesi olmalı. Bir koşul yada belki... Şaşırtma?!'

Gen ve Mieri' nin gözleri, Ukon' un ardındakini göremiyordu. Aslında bu görüntüyü görebilen kimse yoktu. Sadece bir çift turuncu gözün görebildiği bu yükselen hayalet.

Urd' un hayaleti...

******4000+ yıl önce...******

Urd gökyüzüne yükselmiş, ayaklarının altındaki dünyaya tepeden bakıyordu.
Savrulan yüksek bir ruhsal enerjinin etkisiyle havada uçuyor ve bedeni sanki gökyüzündeki görünmez bir bloğa basıyor gibi dimdik ve sağlam bir şekilde duruyordu.

Aşşağıda surlarla çevrili bir şehir vardı. Kuleler, evler, binalar, mezhepler. Ancak bu şehrin dört bir köşesinden dumanlar yükselmekteydi. Bazı yerler alevlerle örtülmüş, bazı yerler kara, bazı yerler beyaz dumanlara bürünmüş, bazı yerler ise harabe olmuştu.
Yerler kana bürünmüş yada öncekine göre daha fazla kanla kaplanıyordu.
Urd, yere biraz daha yaklaşsa, hâlâ etrafa saçılmakta olan çığlıkların sesini duyabilirdi.

Göküyüzü güneşin batışı ile birlikte kızıl bulutlarla çevrelenmiş ve yeryüzünü derin bir kasvetle lanetlemişti.

"Urd! Kafanı yere indir ve eserine yakından bak! Geçmişte seni güçlü bir kahraman olarak gördüm. Adını duyduğumda gözlerim parlardı. Daima senin gibi biri olacağımı söyler dururdum kendime. Çocukluğum, kahramanlığının ardındaki kanlı geçmişi göremedi.
Ancak büyüdüm. Büyüdüm ve güçlendim.
Seni geçmişte gördüğüm ile aynı görünüme sahipsin. Görünüşe göre ölsümsüz olduğun söylentisi gerçekmiş. Ancak bunun bir faydası olmayacak!
O tepeden baktığın küçük çocuk, şimdi büyümüş ve karşında dikiliyor Urd!
Kelleni almak için karşında dikiliyor.
Geçmişin kahramanı olan hainin kellesini almak için!"

Urd, karşısındaki rakibine baktı. Kendinden çok daha yaşlı bir görüntüsü vardı. Zaman, ona karşı acımasız davranmış görünüyordu. Öte yandan, zamanın güçlü yağmur damlaları hiçbir zaman Urd' un açtığı ölümsüzlük şemsiyesini geçememişti. Ancak bu öyle bir şemsiye öyleydi ki, kendine başka kimseyi kendiyle birlikte altına almasına izni yoktu. Yalnızca yanındakilerin bu lanetli yağmur altına solup gitmelerini izleyebilirdi.

Havada süzülen iki siluet kararlılıkla birbirine bakıyordu.

Urd derin bir nefes verdi. Yüzünde kasvetli bir ifade oluştu.

"Hain? Kahraman? Bunu kim belirledi?! Ben kendime hiçbir zaman kahraman demedim!
Kahraman olmadığım kadar, hain de değilim.
Ben kimim?!
Ben ölen sonsuz öfkenin, hayalin, umudun, mutluluğun, sevginin, kederin, üzüntünün ve yaşamın temsilcisi ve aynı zamanda göklerin altındaki dünyanın yok edicisiyim!
O hayranlıkla bakan parlak gözlerini hatırlıyorum Hotep. Bu masum gözler, şimdi olgunlaşmış ancak içi nefret ve öfke ile dolmuş.
İşte bu, zamanın laneti..."
Dedi Urd hiddetle.

Daha sonra sağ elini sıkıca yumruk yaptı ve sertçe kalbine vurdu.

*Znnn*

Bir anda Urd' un arkasında devasa bir çift kanat silueti göründü. Açılan bu kanatlar, bir insandan onlarca kat daha büyük ve ihtişamlıydı. Ancak kanatlar geriledi ve siluet daha fazla gözükmeye başladı.
Bu defa kocaman bir kuyruk belirmişti. Ve geldiği yerde devamı vardı. Ruh, gittikçe Urd' u içinde daha fazla ayrıldı. Ve sonunda tam anlamıyla görülür bir hale gelmiş, Urd' un biraz arkasında, üstte kanatlarını çırparak havada duruyordu.

Bu bulut beyazı ve gök mavisi renklerden oluşan ruhani bir ejderha idi. Üzerinde onlarca insanı taşıyabilecek kadar büyüktü. Muhteşem bir görüntüsü ve ihtişamı vardı. Uzun boynuzları ve kalın pençeleri ortaya çıkmıştı. Burnundan sıcak hava üflerken, gözleri öfkeyle çatılmış gibiydi.

*Rooooaaaaarrrr!*

Yerleri ve gökleri sallayan bir sesle kükremişti devasa ejderha.

"İnsanlar, uzun zaman önce benin rakibim olayı bıraktı..."

Hotep' in gözleri şaşkınlıkla açılmış, gözleri önünde kanatlarını çırpan ve öfkeyle soluyan ejderha' ya baktı. Hissettiği şey açıkça korkuydu.

"Bu imkansız. Ejderhaların nesli yüzbinlerce yıl önce tükendi. Hiç ejderha görmeden, nasıl bir ejderha anlayışı geliştirmiş olabilirsin? Ejderhaların gücü efsanelere yansımıştır. Bir ejderha görsen bile hayatta kalman olanaksız olmalı! Nasıl bir ejderha anlayışı geliştirmeyi başardın??!!"
Hotep' in sesi titriyordu. Korku, şaşkınlık, umutsuzluk. Bir ölümsüzün gücü ondan bu derece yüksek miydi? Aradaki fark uçurumlar kadardı!!

Urd' un yüzünde derin bir keder izi ortaya çıktı. Öyle ki, gözlerinin derinlikleri bu ejderhadan çok daha güçlü bir sesle çığlık atıyor ve ağlıyor gibiydi.

"Gerçekten de ejderhaların nesli yüzbinlerce yıl tükendi.

Ama sana eski bir hikaye anlatmama izin ver:

Bir zamanlar ölümsüzlüğün sır perdesini aralamayı başaran bir insan varmış. Ancak bu insan, bu zekasıyla kazandığı bu ödüle karşın, yalnızlıkla lanetlenmiş. Çok kısa zaman içinde kendi ölümsüzlüğü, hayatta en nefret ettiği şey haline gelmiş. Her geçen saniye gittikçe daha fazla kendisini görebiliyor ve diğer tüm insanlar onun için değersizleşiyormuş. Her geçen saniye kibrinin onu ele geçirdiğini ve yiyip bitirdiğini hissediyormuş. Kalbi karanlık bir yalnızlık maskesi ile kaplanarak lanetlenmiş.

Bu ölümsüz genç, bir gün bir kadınla karşılaşmış. Bu kadının güzelliği dillere destan olacak kadar ve zerafeti insana dilini yutturacak kadarmış.
Bu kadar da değil. Bu kadının zekası olağanüstü ve merhameti bir meleğinki kadarmış.
Ona bakan her erkeğin gözleri parlar ve yüzleri aydınlanırmış.
Ancak bu kadında bir gariplik varmış. Tıpkı genç gibi, bu kadının üzerinde de yalnızlık laneti bulunuyormuş.

Kısa süre içinde ölümsüz genç, zarif kadının da kendisi gibi ölümsüz olduğunu fark etmiş.
Ve bunu öğrendikten sonra hayatında ilk defa aşık olmuş.
Ölümsüz bir erkek ve ölümsüz bir kadın.
Erkek olan, devamlı olarak bu kadını izlemiş. Onun yanında olmuş ve ilk defa yalnızlığının yok olduğunu ve kendinden daha değerli bir şey bulduğunu düşünmüş. Kibri yok olmuş ve gözleri hayata daha parlak bir şekilde bakmaya başlamış.

Kadın olan da zaman içinde bu erkeğe alışmış. Devamlı yanında gezen bu ölümsüz gencin karşısında daha rahat olmaya başlamış. Yalnızlığının azaldığını hissetmiş ve çok geçmeden oda ölümsüz olan gençten hoşlanmaya başlamış.

Şimdiye kadar sadece kendilerini gören bu iki insanın gözleri, artık birini daha görmeye başlamış.
İnsanın değerini artık ikisi de hissedebiliyormuş.
Kendilerini yiyip bitiren kibirleri gün geçtikçe azalmış ve sonunda ortadan kaybolmuş.

Bir süre boyunca hayatları sevgi dolu ve mutlulukla geçmiş.

Ancak erkek olanın, ölümsüzlüğün sır perdesini aralayacak kadar olan keskin zekası, onu bir kez daha görünenin ardındaki gerçeğe götürmüş.

Ve sonunda fark etmiş. Aşık olduğu kadın, aslında ölümsüz bir insan değilmiş.
Aslında o, bir insan değilmiş.
Bu kadın aslında insan görünümünde sonsuza kadar kalmaya lanetlenen bir ejderhaymış.

Yüzbinlerce yıl yaşamış ve kendi soyunun zaman içinde yok olduğunu acı içerisinde seyretmekten başka bir şey yapamamış çaresiz ve kederli bir ejderha...

İnsanlar yaşamış, ölmüş. Dünya değişmiş ve krallıklar kurulup yok olmuş. Kederle yüzbinlerce yılın geçişini izlemiş ve kederi tüm benliğini kaplamış. Yüzbinlerce geçen yıl, yaşamın değerini ona unutturmuş.

Ancak tüm bu sonsuz gibi görünen sayısız yılın sonunda bu çaresiz ve yalnızlık kederini yarıp geçen ölümsüz gence aşık olmuş.

Artık bu ejderha, yaşamın değerini anlamış ve bu gencin sayesinde insanları sevmeye başlamış.
Her bir yaşayan insan, onun için bir mücevher gibi kıymetlenmiş. Ölen ve yaşayan her insan onun kalbinde önemli bir yer edinmiş. Hiç tanımasa, konuşmasa, görmese bile ölen tüm insanlar için üzülmeye başlamış.
Ve sonunda çok geçmeden kalbi, taşıyamayacağı kadar büyük bir yükle kaplanmış.

Aşık olduğu genç sayesinde tüm bu insanları sevmiş ve onlara daha iyi bir gelecek armağan etmek istemiş.

Bu nedenle tüm duygularını aşık olduğu gence verdikten sonra, bir insan olarak sevdiği herkesle birlikte, o zamana kadar çok sevdiği kendini yarınlar ve gelecek için feda etmiş.

Aşık olduğu genç dışında,
ejderhanın değer verdiği herkes, ejderha ile birlikte gelecekteki insanların daha mutlu olmaları için güzel bir çiçek gibi solarak yaşamlarını yitirmiş.

Değer verdiği herkesin ve aşık olduğu kadının ölümünden sonra ölümsüz olan erkeğin sahip olduğu tek şey, yalnızlıkmış. Her bir insana değer veren ama yalnızlıktan başka bir şeye sahip olmayan ölümsüz bir genç...

Bu ölümsüz genç, ejderhanın hayalini gerçekleştirmek için yemin etmiş ve ölen ejderhanın sonsuza kadar kalbinde yaşamasını sağlamak için, ejderha görünümünde bir anlayış yaratmış.
Böylece yanında yüzyıllar geçirdiği bu ejderha, artık sonsuza dek onunla, yani ölümsüz gençle birlikte kalacaktı.

Bu ölümsüz genç bu günlerde,
Hain Lord Urd olarak anılıyor..."

***********

Ve sayısız yıldan sonra. Ölen ejderhayı bulmasını sağlayacak bir şansa sahip olmuştu.
Teşekkür etmek,
ve özür dilemek için.

Onu hatırlamasa bile, tanımasa, görmese, değer vermese bile, teşekkür etmek ve özür dilemek için onu bulmalıydı. Bulmak zorundaydı. Ucunda trajedi olsa bile...

#

Şu anda Ukon, karşısındaki iki rakibe odaklanmıştı.

"Hayatınız sonlanmadan önce, söylemek istediğiniz bir sözünüz var mı?"
Ukon karşısındaki ikiliye seslendi.

Etrafın tam anlamıyla kararmasına çok az bir süre kalmıştı. Duvarlar artık tam anlamıyla gözle seçilebilen bir karanlık halini almıştı.

Gelecek Mieri ve Gen ikilisi için oldukça kötü görünüyordu.

*Tak*

Bir anda bir çarpa sesi yankılandı.

*Crak*

Bir kırılma sesi.

Etraftaki karanlık bir anda azaldı ve ortalık aydınlandı.

Bariyerin köşesi kırılmıştı.

"Burada neler oluyor!"
Güçlü bir ses duyuldu.

Ukon, daha önce bu sesi duymuştu. Bu adamla okula kayıt olurken tanışmıştı. Bu adam bu mezhebin yöneticisiydi.
Mezhep müdürü.

Bariyerdeki kırık, çatlaklık oluşturdu ve çatlaklık dağılarak tüm bariyeri kapladı.

Ukon, herhangi bir aptalın dışarıdan bir müdahale yapacağını düşünmemiş ve dışarıya odaklanmamıştı.

Görünüşe göre müdür, Ukon' un bariyerini fark etmişti.

"Şimdi! Gidelim!"

*Clank*

Bir kırılma sesi daha gelirken, bu defa bariyer parçalara ayrılmıştı. Gen ve Mieri ikilisi zıpladı ve hızla gerileyerek kaçmaya başladı.

"İzin verir miyim?!" dedi Ukon sertçe.

Bir anda ileri atıldı.
Arkalarından zıplayarak onların peşine düştü.

Müdürün kafası Ukon' a çevrildi. Bu çocuk, iki savaşçı ile dövüşüyordu. Ve diğer ikisi şu anda kaçmaya çalışıyordu.
Görünen o ki, bu kör çocuk, bu savaşçı ikilisini bariyerin içine hapsetmişti.
Ancak o, yanlışlıkla kaçmalarına sebebiyet vermişti.

Bu iki savaşçı mezhebe gizlice girmiş ve bir öğrencisi ile dövüşmeye başlamıştı.

Müdür olayı az çok anladıktan sonra zıpladı ve Ukon ile birlikte, kaçmakta olan iki savaşçının peşine düştü.

İkisi de hızla koşarak kaçan ikiliyi takip ediyordu.

*Clang*

Bir anda Ukon' un mızrağı başka bir kılıç ile çarpıştı.
Mezhep müdürünün, Ukon' un karşısındaki adamı tanıması uzun sürmedi.

"Lord Kineon"

Mezhep müdürü durdu ve Ukon ile silahlarını çarpıştıran adama baktı.

Bu sırada Mieri ve Gen durmadı ve hızlıca uzaklaşmaya devam ettiler.

"Bu ikisi benim emrim altında. Sadece biri hakkında biraz bilgi edinmelerini istemiştim ancak iş biraz çığırından çıkmış. Gitmelerine izin vermenizi rica ediyorum"

"Hmph! Beni durdurmadan önce rica etmen gerekiyordu! Kabul edilmedi!!"

Ukon mızrağını çekti ve tekrardan koşmaya başladı.

"Dur!"
Bu defa konuşan mezhep müdürü oldu.

"Bu adamlar mezhep sınırlarına gizlice girdi ve açıkça bir saldırı başlattı. Bu kesinlikle af gösterilecek bir suç değil!"

"Adın Ukon' du öyle değil mi? Mezhep müdürü olarak rica ediyorum. Lütfen onları kovalamayı kes. Gerekeni yapacağım"

Ukon durdu. Ancak gözleri öfke ile parlıyordu. Bu ahmak müdür ikisinin de kaçmasına sebep olmuştu. Üzerine bir de kaçmalarına izin veriyordu. Ne büyük aptallık. Ayrıca bu aptallığı sonuna kadar devam ettirmehe niyetli.
Kendi mezhebinin öğrencilerini korumayı bile başaramıyorsun! Beceriksizlik!
Ukon olmasaydı Sereina büyük tehlikede olacaktı. Ancak şu anda onları sorgulama fırsatına bile sahip değildi. Burada suuçlanacak biri varsa kesinlikle mezhep müdürümün kendisinden başkası değildi.
Tam anlamıyla yozlaşmışlık!

Ukon durdu ve sessiz kaldı. Ancak bu çok sürmedi.
Bir anda döndü ve Lord Kineon' un üzerine doğru yürümeye başladı.
Mezhep müdürü ve Lord Kineon şaşkınlıkla Ukon' a baktı.
Gerçekten de Lord Kineon' odaklanmış düşmanca bir ifade takınmıştı.
Ne agresiflik ama...

"Şimdi düşündüm de. Bu savaşçıların senin emrinde olduğunu söyledin. Yani sana hizmet ediyorlar. Bu da senin onlardan daha suçlu olduğun anlamına geliyor.
Yılanın başını ezmek, kuyruğunu ezmekten daha iyi bir seçim olur öyle değil mi?!"

Ukon mızrağını Lord Kineon' a doğrulttu. Yüzünde öfkeli bir ejderhanın izini taşıyordu...

------- 0 -------

Bölüm sonu.

Evet. Ukon' un aradığı kişi hakkında yüzeysel olarak biraz bilgi vermeye karar verdim.

Geçmişe kısa bir dönüş yaptık.

Bu hikayenin genel hatlarıydı. İçeriği biraz daha derin. Oda ilerde artık.

Okuduğunuz için teşekkürler.

Oylar ve yorumlar için de bir kez daha teşekkürler.

Bu arada yb ne zaman diye soruluyor.

Bunu yazarın kendi de bilmiyor. Ne zaman işsizliğime ve boş zamanıma gelirse yayınlıyorum :D
Bazen aynı gün, bazen bir- iki gün sonra. Pek belirli değil.


Posted by
Facebook Twitter Google+

Comment Now

0 yorum