Haru ölü çocuğun bedenini hiç zorlanmadan kucağına alarak ormanın dışında ki kasabaya doğru yola çıktı. Her ihtimale karşı kılıcı beline asmayı unutmamıştı. Hem çocuğun cesedi hem de kendi bedeni yeşil bir sümüksü sıvıya bulanmış olsa da bunu umursamıyordu. Tek yaptığı kasabaya ulaşana kadar bedenini kullandığı insanın anılarını incelemekti. Bu anılar ona oldukça lazım olacaktı.
Haru gözlerden uzak bu kasabayı kendine yerleşim yeri olarak seçtiği zaman aklında neler yapması gerektiğini planlamıştı.
Öncelikle ilk amacı bedenine girdiği insanın kimliğine bürünerek kendini kasabada gizlemekti. Bu süre zarfında Arithor'un anılarından yola çıkarak aynı onun gibi davranacak ve bir süre dikkat çekmeyecekti. Daha sonra yavaş, yavaş kendi planını uygulamaya koyacaktı.
İncelediği anılardan kullandığı bedenin Arithor adında bir adama ait olduğunu anladı. Arithor'un yaşlı bir annesi ve babası vardı. Aynı zamanda ailesinin sahip olduğu küçük bir terzi dükkânı vardı. Bu terzi dükkanının üst katında yaşıyorlardı. Dükkânı annesi ve babası işletirken Arithor kasabanın başı olan Ryou Jo'nun emrinde çalışan sıradan birisiydi. Başlangıçta hizmetçi olarak çalışmaya başlamış daha sonra asker olmuştu. Fakat kasabanın genelinde ki insanlar gibi sahip olduğu hiçbir gücü yoktu. Savaşçı veya büyücü olamazdı.
Bunun için Arithor Ryou Jo'nun konağında ki en alt rütbeli askerlerden biri olmuştu. Sırf güç sahibi oldukları için birçok acımasız kişinin hakaretlerine ve darplarına maruz kalmıştı. Buna rağmen babasının ihtiyacı olan ilacı kasaba eczanesinden temin edebilmek için sesini çıkarmamıştı.
Babası kasabada ki insanların Verm Kolu dedikleri bir hastalığa yakalanmıştı.
İnsanların Verm dedikleri şey kasaba ormanında ki kaynak canavarlarının genel adıydı. Hastalığa Verm Kolu denmesinin sebebi hasta olan kişinin bedeni gerekli ilacı alamazsa Verm ( kaynak canavarı ) gibi şişerek gittikçe katılaşmasını daha sonrada ölmesini sağlıyordu.
Arithor babasının düzenli olarak alması gereken ilacı kasaba eczanesinden temin etmek için sürekli olarak çalışmak zorundaydı. Bu ilaç bir takım yüksek kaliteli bitkiler kullanılarak yapılabildiği için son derece pahalıydı. Arithor bu uğurda sahip olduğu ne varsa satmıştı. Tek istediği bir gün fazla bile olsa babasını daha fazla yaşatabilmekti. Arithor babasını kaybettiği zaman annesini de kaybedeceğinden korkuyordu.
Zaten yaşlı olan annesi babasının kaybına dayanamayarak ölebilirdi. Arithor böyle bir şey olursa ne yapacağını bilmiyordu.
Ryou Jo dışında ki herkes onu aşağılar ve darp ederken Arithor onlara her gün verdikleri para için teşekkür ediyordu. O para sayesinde babası daha fazla yaşama şansına kavuşuyordu. Babası yaşadıktan sonra kendisine olan hiçbir şeyin önemi yoktu.
Arithor'un geleceğe dair hiçbir planı yoktu. Çünkü babasının hasta olduğunu öğrendiğinden beridir bir gün bile olsa kendini düşünmemişti. Hep ailesi için çalışmıştı. Ryou Jo'nun oğlunun ve kasabanın zenginlerinin çocuklarının ormanda bitki toplamaya gitmek istemelerinin kendi ölümüne yol açabileceğini nereden bilebilirdi. Haru kısa bir sürede Arithor'un bütün anılarını analiz etti.
Anıları analiz etmeyi bitirdiği zaman bacakları ona ihanet ederek yürümeyi durdurdu.
Haru hayatında ilk kez keşke diyeceği bir anı yaşamaya başlamıştı. Aklından geçen ilk düşünce "Keşke benim ailemde böyle olsaydı" oldu. Haru'nun güçte ve zenginlikte gözü yoktu. Aslında gizliden, gizliye çocukluğundan beridir duyduğu tek şey aile özlemiydi.
Haru Arithor ile düşündüğünden daha fazla bağlandığını anladı. Durduğu yerde duyup duyamayacağını bilmeden Arithor'un ruhuna bir söz verdi. Bu sözde onun en büyük arzusu olan babasını hastalığından kurtaracağını ve ailesinin en iyi koşullarda yaşamasını sağlayacağını, aynı zamanda ona karşı kötülük yapan, kötü niyet taşıyan herkesten intikamını alacağının sözünü verdi.
Haru Arithor'un anılarını incelemeden bile kucağında ki çocuğun önemli olduğunu anlamıştı.
Beş kişi bir çocuğu korumaya çalıştıklarına göre mutlaka önemli birisiydi. Fakat kucağında ki çocuk kasabanın başı olan Ryou Jo'nun tek çocuğuydu. Haru çocukla ilgili düşünmeyi şimdilik bir kenara bırakarak daha önemli konulara odaklandı.
Arithor'un hafızasında ki bilgilere göre gittikleri kasabanın ismi Taş Höyük Kasabası'ydı. Kasaba adını hemen yakınında bulunan taş höyükten alıyordu. Kasabanın bulunduğu arazi tarıma elverişsiz bir alandı. Toprak sert kayalardan oluşuyordu. Ayrıca kasabanın çevresinde sulak alanların bulunmaması yüzünden balıkçılık yapılamıyordu. Bu sebeple kasabadan her ay bir ihtiyaç kervanı kalkıyordu.
Bu kervanı genelde kasabanın başı veya zenginlerden biri kaldırıyordu. Kervanın tüm masrafları onu kaldıran kişiye ait oluyordu.
Fakat kervana verilen ihtiyaç siparişlerinden alınan yüzde beşlik kar bu açığı kapatıyordu. İnsanlar aylık olarak ihtiyaçları olan her türlü malzemeyi bu kervana bildiriyorlar ve ödemesini yapıyorlardı. Kervanda istenilen malzemeleri kasabaya getiriyordu.
Bu sayede insanlar malzeme eksikliği çekmiyordu. Kasaba en önemli gelir kaynaklarından biri olan ticaret kaynağını kaybetse de hala ayakta durabiliyordu. Bunun tek sebebi kasabanın içinde kendine ait özel bir bölgede bulunan ve karma eğitim veren Gül Şövalyeleri Okulu'ydu. Bu okul bulunduğu bölgede çok popüler olduğu için çevrede ki yaşam alanlarından birçok insan büyük şehirlere gitmektense buraya geliyordu.
Büyük şehirlere kıyasla kasabada yaşam hem daha ucuz hem de daha güvenliydi.
Ayrıca birçok konuda Gül Şövalyeleri Okulu büyük şehirlerde ki savaş okullarından geri kalmıyordu. Ayrıca okulun ücretleri diğerlerine göre oldukça azdı. Bunların dışında kasabanın genelinde güç sahibi olan üç büyük klan vardı.
Bu klanların en güçlüsü Akyeleler Klanı'ydı. Beş yüz kişiden fazla üyesi vardı. Üstelik hepsi birbiri ile akraba olan aynı soydan gelme kişilerdi. Sebebi ne olursa olsun dışarıdan yabancı birisini klana kabul etmiyorlardı. Akyeleler Klanı'nın üç yüz yıllık bir geçmişi vardı. Kasabanın ilk kurucularından olan Germut Akyele aynı zamanda bu klanında kurucusuydu.
Kasabada ki ikinci en güçlü klan Bozyurtlar Klanı'ydı. Kasabanın ilk kurucularından biri olan Devshin Bozyurt aynı zamanda bu klanın kurucusuydu. Bu iki klan Taş Höyük Kasabası'nda hak iddia ederlerdi. İki tarafta kasabanın ilk kurucusunun kendi ataları olduğunu savunurdu.
Atalarından gelen bu güçle birlikte iki klanda kasabanın yönetiminin kendilerine verilmesini istiyorlardı.
Bu sebeple iki klan birbirlerine yüz yıldan fazla bir süredir düşmandı. Her fırsatta birbirlerini güçsüz düşürmeye çalışırlardı. İki klanda aile klanı olmasına rağmen kasabada ki üçüncü klan isteyen herkesin testi geçmek koşulu ile katılabileceği Taş Höyük Klanı'ydı.
Bu klan bundan elli yıl önce Bozyurtlar Klanı ile Akyeleler Klanı kasabanın yönetimini ele geçirmek için birbirlerine savaş açıp kasabada yaşayan masum insanlara zarar verdikten sonra kurulmuştu. Bu klan kasabanın içinde yaşayan herkese açıktı. Doğrudan kasabanın başına bağlı bir klandı. Fakat kasabada ki kurallar gereği kasabanın başında ki kişi doğrudan bir klana üye olamazdı.
Yine de Taş Höyük Klanı kasaba başının verdiği her emri buyruk sayardı. Bu sebeple diğer iki klan doğrudan kasaba başı ile çatışmaktan çekinirdi. Hepsi kendi içlerinde güçlü olsalar da sayıca üstün olan taraf Taş Höyük Klanı'ydı. Üç binden fazla üyesi vardı.
Kasabada ki yirmi beş bin kişilik nüfusa oranla en çok üyeye sahiplerdi. Bunun dışında kasaba başının desteğini de almışlardı.
Taş Höyük Kasabası'nda ki bu üç güç unsuru birbirini dengeler ve büyük yıkımları önlerdi. Haru'nun kucağında taşıdığı çocuk işte bu kasaba başının tek varisiydi. Bütün klanların bile doğrudan çatışmaktan korktukları bir kişinin ölmüş oğlunu kucağında taşıyordu.
Bu yüzden suçlanacağını düşünüyordu. Aslında yeni bir bedene kavuştuğu anda potansiyelini kontrol etmişti. Anlayamadığı bir şekilde Kadim Azarath'ın Adıyla Hükmetme tekniğini kullanamıyordu. Yeni bedeninde en ufak bir güç kırıntısı olmadığı için savaşçı veya büyücü olması mümkün değildi. Sahip olduğu sadece iki şey vardı. Bunlardan birisi normal kas gücüydü. Diğeri ise Wulkar ile aralarında oluşan bağdan dolayı ruhuna eklenen kırmızı yıldırımlardı. Haru her ne sebeple olursa olsun bu kırmızı yıldırımları ortaya çıkaramazdı.
Böyle bir şey yaparsa bütün avantajını kaybederdi. Bunun için tek güvenebileceği normal kas gücüydü.
Yeni bedeni ile on kişiye karşı durabilirdi. Fakat savaşçı veya büyücü fark etmeden güç sahibi olan bir kişiye bile karşı koymasının hiçbir yolu yoktu. Haru'nun bu aşamada simyacılık yapmasının da kısa vadede bir yolu yoktu. Baştan Notai Kolyesi yapmakla uğraşmayacaktı.
Bu sefer daha büyük planları vardı. Şu an için tek endişe duyduğu şey kucağında taşıdığı çocuğun ölümü için suçlanmak olurdu. Üstelik kendini savunması bile oldukça zor olduğu için planlarının başlamadan bitme ihtimali vardı. Fakat yine de çocuğu yanına almıştı. Haru çocuğun rengi gitmiş yüzüne ve parlaklığını kaybetmiş gözlerine baktı. O sırada ölümü düşünmeye başladı.
Ölmek birçok kişinin sandığı gibi kötü bir şey değildi. Aksine insanların öldükten sonra huzur bulmak gibi bir şansları vardı.
Oysa Haru'nun gerçek anlamda ölmesi bile imkansızdı. Bu gezegene geldiğinden beridir üç kez ölmüş olsa da her biri sadece bedenini kaybetmesinden ibaretti. Oysa ölümün asıl amacı gerçekleşmemiş ve ruhu yok olmamıştı. Bunun tek sorumlusu ise babasıydı.
Onu sürgün etmek için ruhunu bedeninden ayırdığı sırada yaptığı sürgün büyüsü yüzünden gerçek bedeni yok olmadıkça ruhu sonsuza kadar varlığını sürdürecekti. Üstelik büyü kaldırılmadan kendi bedenine girerse hem bedeni hem de ruhu büyü tarafından yok edilecekti. Haru yaşadıklarından sonra birçok kez gerçek anlamda ölmeyi istemişti. Fakat o alçak babası bunu bile elinden almıştı.
Haru zihninin gerilerinde intikamını alıp babasını öldürse bile babasının yaptığı büyü yüzünden hiçbir zaman huzur bulamayacağının farkındaydı. Gerçek bedenine geri dönmesinin tek yolu babasının yaptığı büyüyü bozmasından geçiyordu.
Fakat babası o büyüyü bozmaktansa ölmeyi tercih ederdi.
Haru'nun ise yapmak zorunda olduğu şey sonsuz bir kısır döngünün içinde kendine sürekli konak bedenler bulmaktı. Haru ölmese de sahip olduğu beden yaşlanıyor ve bir müddet sonra bedenin ölümü gerçekleşiyordu. Haru büyük bir laneti barındırdığının farkındaydı. Sonsuz yaşamı boyunca binlerce farklı bedene sahip olarak değer verdiği her şeyin birer, birer yavaş, yavaş yok olmasını izleyecekti.
Mutlu olmaya, sevinmeye izni yoktu. Çünkü ona biçilen yaşam sadece acı, keder ve kayıplarla doluydu.
Haru bütün Ko'ları öldürse ve intikamını alsa bile ruhu asla huzur bulmayacaktı. Oysa onun tek istediği sıcak bir aileydi. Başka hiçbir şeyde gözü yoktu. Fakat yaşadığı ağır olaylar onu bu noktaya getirmişti. Ona zarar veren her şeyden intikam alacaktı.
Fakat bu hiçbir işe yaramayacaktı. Haru gerçek bedenine erişebildiği zaman bir tercih yapmak zorunda kalacaktı. Ya bedeni ile birleşip yok olmayı seçecekti. Ya da sonsuza kadar lanetli bir hayatı yaşamayı seçecekti. Ne yazık ki başka bir seçenek yoktu. Haru'nun insanlara karşı soğuk olmasının ve onlara kolay, kolay değer vermemesinin nedeni buydu. Çünkü her seferinde kaybeden kendisi olacaktı.
Wulkar'ın kurduğu krallığın yok olmasına zerre üzülmemişti. Çünkü eninde sonunda başarılı olacağını biliyordu. Yok olmayan bir düşmana karşı yüzlerce savaş kazansanız bile bir gün mutlaka kaybedersiniz. Haru'nun tek umursadığı değer verdiği insanların yok olmasıydı.
Sonsuz yaşamı boyunca binlerce krallık kurabilir yüzlerce gezegen fethedebilir ve bütün evrenlerin sahibi olabilirdi.
Eninde sonunda bunu başarabilirdi. Fakat değer verdiği bir insanı bile geri getiremezdi. Böyle bir gücü yoktu. Ölmek bu sebeplerden dolayı Haru için önemsizdi. Çünkü yaşamı boyunca binlerce kez öleceğinin farkındaydı. Elinde şu an sahip olmasa bile bütün evrenlerin kontrolünü ele geçirecek aynı zamanda onları önemsiz bir şeymiş gibi bir anda yok edebilecek ve hiçbir şey olmamış gibi baştan var edebilecek bir güç vardı.
Fakat bu güç lanetli yaşamı yüzünden onun için hiçbir anlam ifade etmiyordu. Evrenlere sahip olsa bile asla sıcak bir aileye sahip olamayacaktı. Yıllar, asırlar, milenyumlar ilerledikçe değer verdiklerinin kayıpları ruhunda gittikçe ağırlaşacaktı.
Zamanla bütün duyguları yok olacak ve en sonunda boş bir kabuk haline gelecekti.
Hala canlı ve yaşıyor olsa da kişiliği tamamen yok olacaktı. Bundan sonra kişiliğinin yerine geçen herhangi bir arzu onu yönetecekti. Haru önünde ki geleceği tüm açıklığıyla görüyordu. İşte bu sebepten dolayı intikamı dışında hiçbir şeye önem vermiyordu.
Haru'yu bu yaşama zorlayanlar bunun bedelini en acı şekilde ödeyeceklerdi. Haru onların kolay kolay kurtulmalarına izin vermezdi. Aklında bu düşünceler ile farkında olmadan kucağında ki çocuğun açık olan gözlerini son kez eliyle kapadı. Bu sırada çoktan kasabaya yaklaşmışlardı. Kasabanın tahta surlarında ve giriş kapısının yanında ki tahta nöbetçi kulübesinde duran askerler onları fark etti.
Tabi ki askerlerin uzaktan gördükleri şey yeşil ve siyah renkli garip bir yaratığın onlara doğru geldiğiydi.
Haru'nun kucağında yatay olarak duran çocuk onlara uzaktan bakıldığında şekilsiz bir görünüm kazandırmıştı. Üstelerinde ki yeşil sümüksü sıvıda canavar tezini destekler nitelikteydi. Nöbetçi kulelerinde ki çanlar aniden çalmaya başladı.
Çanların çok uzun bir zamandan sonra çalması ile birlikte başta afallayan halk hemen evlerine koştular. Kasabanın meydanında ki büyük pazar alanı bir anda boşalmıştı. Tezgahlar ışık hızı ile toplanmış dükkanların hepsi kapanmıştı. Sokaklar kısa bir sürede tamamen boş bir haldeydi. Sadece kasabanın kışlasından çıkan askerler ve güç sahibi olan kişiler sokaklarda dolaşıyordu.
Çanların çalınması ile birlikte Gül Şövalyeleri Okulu'ndan yüz iç saha öğrencisi ve on tane elder kasabanın kapısına doğru yola çıkmışlardı.
Hepsinin üzerlerinde okulun beyazın üzerinde kan rengi kırmızı olan gül motifi işlemeli pelerinli üniformaları vardı. Kasabada ki bütün askeri güçler kapıya doğru koşuyorlardı. Üç klandan insanlarda kapıya doğru koşan kişiler arasındaydılar. Önemli yöneticiler güvenlikleri yüzünden kasabanın içinde kalmalarına rağmen Ryou Jo kılıcını kaptığı gibi askerlerin arasında karışmıştı.
Haliyle onu korumakla görevli yüz kişilik birlikte askerlerin arasına katıldılar. Kasabanın çifte sürgülü tahta kapısı açıldıktan sonra iki binden fazla insan ellerinde silahlarla uzakta ki hedefe doğru taarruza geçtiler.
Ryou Jo askerlerin başında canavar olarak algıladıkları şeyi öldürmek için koşuyordu. Haru üzerine gelen iki bin kişilik grubu gelişmiş duyuları sayesinde çok uzun bir süre önce fark etmesine rağmen hiçbir şey yapmadı. Sadece olduğu yerde durarak onların yanına ulaşmasını bekledi. Kendisine doğru koşan insanları gördükçe tek düşüncesi gerçeği ne zaman fark edecekleri oldu.
Comment Now
0 yorum