Angoria Bölüm 26: Beklenmeyen Misafir...
Bir miktar geçmiş zaman önce Tengri Klanı içerisinde...
Banyosundan çıkan Tengri Mei etrafında bulunan hadım edilmiş uşağına bakarak ''Sen bana kıyafetlerimi getir.'' diye kısa ancak net bir emir de bulunmuştu. Hadım edilmiş uşak gözlerinden nefret ve korku aksa da kendisine emredileni dinleyerek ufak kızın kıyafetlerini getirdi.
Kıyafetleri bu güne özel idi. Kıyafetler üstünde işlenmiş olan mavi taşlar öyle göz kamaştırıcıydı ki gözleri kör olan bir insan bile bu taşların parıltısını hissedebilirdi. Kaftanının rengi beyaz iken etek kısmına inildikçe rengi turkuaza çalışıyordu. Elbisenin iki kol yakasından aşağıya efsana çiçekler arasında gösterilen zambak figürleri resmedilmişti.
Uşak sadece getirlmeyeceğini bildiği için kıyafetlerini teker teker Tengri Mei'ye giydirmeye koyuldu. Fazla zaman harcamak istemiyordu. Çünkü bu küçük hanım ne kadar fazla bekletilirse o kadar fazla kızıyor ve babasına vermiş olduğu raporda bir o kadar acımasız hale geliyordu. Tabii acımasız olan sadece raporlar değil aynı zamanda verilen cezalardı da. Bunlara verilebilecek en büyük örnek ise; küçük kıza kıyafetlerini giydirirken hanımını düşlüyor olmasıydı. Eşini o kadar çok özlüyordu ki, onun ile geçirmiş olduğu eşsiz geceler zihnine akın etmiş ve erkekliğinin 'Ben buradayım' demesine sebebiyet vermişti. Ancak bu küçük kızın gözlerinden kaçmamış ve babasına derhal raporunu sunmuştu...
Zavallı uşak ne söylerse söylesin bir tek kelimesini bile dinletememiş ve cezadan kaçamamıştı. Almış olduğu ceza ise erkekliğinin hadım edilmesiydi...
''Parfümlerim nerede? Çabuk getir onları!'' Diye duymuş olduğu emir ile birlikte yerinden fırlayan uşak hızlıca tepsinin üstünde bulunan yedi farklı çeşitteki parfümü almaya gitmişti. Saf gümüş tepsinin üstünde bulunan birbirinden farklı renklerdeki cam ve kristal şişelerin içlerinde bulunan hoş kokuları tepsi ile birlikte Tengri Mei'nin önüne getiren uşak seçmesi için bir müddet beklemişti.
Bekleyişi on dakika sürmüş olan uşak sonunda ''Sağdaki mavi şişe ve ortada bulunan siyah renkli şişeyi istiyorum.'' Diye emrini öne sürmüştü. Uşak siyah şişenin içinde bulunan zerdeçal kokusunun sadece ölüm törenlerinde kullanıldığını çok iyi biliyordu ve ''Ama efendim... Siyah şişe sadece...'' diyerek tepkisini belli etmişti. ''Sana ne diyorsam onu yap, bu gün için en iyi seçenek o hem bilmiyormuş gibi davranma tüm Tengri klanının uşakları ve kızları çok iyi bilir ki Kung Drof en çok bu kokuya övgüler gösterir!!''
Uşak bir miktar düşündükten sonra haklı olduğuna kanaat getirdi ve bunu onayladı. Gerçektende Kung Drof denen insan evladı nasıl bir buruna sahipse sadece ama sadece bu kokunun farkına varır ve güzelliğini onaylardı. Geriye kalan kokular sanki onun için hiçbir şey ifade etmiyordu.
''Emredersiniz...'' diye kısık bir fısıldamanın ardından siyah ve mavi şişenin içindeki yağ benzeri kokuları ufak bir kabın içerisine koyarak karıştırmış ve sonrasında ise Tengri Mei'nin bileklerine ufak damlalar eşliğinde dökmeye başlamıştı.
Tengri Mei bileklerinde bulunan yağları iki bileğine güzelce yedirmiş ardından ise boynundaki iki damarın üstüne ovalayarak gezdirmişti. Bileğinde bittiğini anlayan uşak tekrar bir kaç damla bileğinin üstüne dökmüştü ve ardından ise her zaman yaptığı gibi kalan yağları artık banyo suyunun içine dökmüştü...
Tengri Mei ise bileğine yeni dökülmüş olan yağı alarak gün geçtikçe büyümeye devam eden daha sadece iki hafta öncesinde varlığına varmış olduğu iki küçük tepeciğinin arasına kalan yağı yedirmişti. Enfes koktuğunu çok iyi biliyordu, yakışıklılığı ve gücü ile nam salmış Kung Drof emindi ki kendisini bu kokular ile bir kez daha beğenecekti.
Hazırlıkları sona eren Tengri Mei odasından dışarıya çıkarak babasının odasına yönelmişti. Odasına yakınlaştığı her adım ile birlikte hizmetkarların sayısıda bir hayli artmakta idi. Bu ansızın gelen haber doğrultusunda bir çoğunun eli ayağına dolanmış ve ne yapacaklarını şaşırır hale gelmişlerdi. İçlerindeki bir çok hizmetçi bizzat prense ait hizmetçilerdi ve bir çoğu yapacakları işin fazla olup zamanlarının az olmasından ötürü gem vurur haldeydi.
Hazırlıklar evlerinin önünde bulunan bahçeye de sıçramış ve gelecek misafirlerin burada iyi bir şekilde karşılanarak yemek yenmesi sağlanmıştı. Bina içerisinde ise önemli konuların konuşulduğu bir çeşit şenlik odası olarak da bilinen oda hazırlıklar içerisindeydi. İçerisi beyaz papatyalar ile süslenmekteydi.
Tengri Mei bütün bu hazırlıkları gördüğünde kalbinin küt küt atmasına engel olamıyordu. Büyüleyici bir atmosfere sahip bir rüyada gibi hissediyordu kendisini. Bütün bu yaşananları bir rüya gibi hisseden Tenri Mei en sonunda babasının odasına gelmişti. Önünde bulunan iki adet koruma dışında etrafta başka kimse yoktu. ''Babamı görmek istiyorum.'' diye seslenmiş olduğu muhafızlardan birisi dedikleri karşısında içeriye girmiş ve çok geçmeden geri dönmüştü. ''Girebilirsiniz...'' diye belirtilen kısa bir fısıltıdan sonra kapının önünden çekilen muhafızlar kapının iki kolundan tutarak kapının açılmasını sağlamış ve Tengri Mei ise direkt olarak içeriye girmişti.
Karşısında görmüş olduğu babası Tengri Enyum yanları kırlaşmış saçlara mevcut durumdan ötürü bir miktar üzgün bakışlara ve son derece sert olduğunu belirten iki uzun bıçağı andıran sivri bıyıklara sahipti. Burun kısmında bulunan bıyıklarında hafifçe bir sararma görülüyordu. Bunun en büyük sebebi ise içmiş olduğu tütünde başkası değildi.
Tengri Enyum kızını karşısında gördüğü anda bakışlarını yumuşattı ve Tengri Mei'ye doğru ilerledi. Bakışları sevgi dolu idi ve kızına sarıldı ''Bu konu hakkında... Eminsin deği mi kızım.'' diye seslendi. Tengri Mei duydukları karşısında zaten cevabı çoktan vermişti. Bu tip konuşmalarıda çok fazla sevmediği için kafasını sallamış ve '' Hazır olduğumu çok iyi bilmektesiniz.'' diye cevabını onaylamıştı. Karşısında bulunan kızının bu cevabını duyan Tengri Enyum daha fazla üstelememiş ve ''Söylesene bana sen ne çabuk büyüdün de bu tip konuları konuşur hale geldik...'' diye kızına hayıflanmıştı.
Kung Liu Tengri ailesinin generali olarak bilinen Tengri Enyum'un malikanesinin önüne geldiği anda bütün dikkatin kendisinin üstünde olduğunu çok ama çok iyi biliyordu. Çünkü böyle olmasını istemişti, hemen ardından gelen kardeşi Kung Drof'un gözlerinde halen bir korku bulunmaktaydı ve hafif bir şekilde aksıyordu. Bu aksama normal insanlar tarafından fark edilebilecek düzeyde bile değildi.
İki kardeşte son derece şık kıyafetler giymişlerdi. Daha göründükleri anda etrafta koşuşturup duran hizmetçilerden birisi hızla içeriye girmiş ve ev sahibini uyarmıştı.
Bu sırada tek gelenin kendileri olmadığını fark eden Kung Liu hemen yanlarından ihtişamlı bir at arabası ile gelen prensin ve onun eşinin farkına varmıştı bile. Kung Drof'u yakınına çeken Kung Liu ''Sakın başını bir belaya sokma! Ayrıca sakın olaki benim söylediklerimin dışında ağzından bir şey kaçırma, ben prensi selamlamaya gidiyorum.'' demiş ve Kung Drof'u omuzlarından tuttuğu gidi ileriye doğru iteklemişti.
***
Mirza Bo yanına almış olduğu bir su kabağı kadar su dışında neden bir de bıçak almadığına küfür ediyordu. Nekid Dağları son derece tehlikeli bir bölgeydi ve bu bölgede hiç bir insan yaşamı bulunmuyordu. Ayrıca Nekid Dağlarının etekleri kutsal canavarlar ile doluydu ve neredeyse hiç normal bir hayvan bulunmuyordu.
Dağın girişine gelen Mirza Bo daha girişinde olmasına rağmen hissetmiş olduğu kasvetli havayı ciğerlerinin içine çekti. Hava içerisinde taşın kokusundan daha çok çürümüş etin varlığını hisseden Mirza Bo'nun içini bir ürperti kaplamış ve bildiği bütün tanrılara dua ederek kendilerini kutsamasını istemişti...
İlk yüz metre ilerlediğinde hiç bir engele takılmayan Mirza Bo'nun bir miktar güveni artmış ve morali yerine gelmişti. Dağ öyle bir yapıya sahipti ki başlangıcı bir vadi gibi duruyor sonrasında ise etrafında kıvrılarak merdiven görevi görüp insanı yukarıya çıkartıyordu ve bir inanışa göre ise dağın tam merkezinde derin bir uykuda olan devasa büyüklükte ejderha duruyordu.
Bu inanışa küçükken inanmayı bırakmış olan Mirza Bo'nun sezileri alarm konumundaydı ve en ufak bir hareketlilikte tepki vermesine olanak sağlıyordu. Attığı her adımla birlikte görüşünde bulunan gökyüzü ufak ufak azalmaya başlamış ve yerini ise simsiyah kayalar almıştı. Her adımı ile birlikte derinlere inen Mirza Bo'nun ayağının altında bulunan toprak incelmiş onun yerine ise sivri taşlar hüküm sürmeye başlamıştı. Kısmen ayağına batan sivri taşları önemsememiş olan Mirza Bo ise ilerlemeye devam etmiş ve istediğini almak için ne kadar daha ilerlemesi gerektiğini hesap etmeye koyulmuştu.
Yaklaşık iki saat yürümenin sonucunda bacaklarına ufak bir yorgunluğun düştüğünü hisseden Mirza Bo düzlük bir alana dinlenmeye koyulmuş ve çıkan sesleri dinlerken su kabağının içinde bulunan suyu afiyetle içmişti. Etrafında duyulan sesler ya kükreme oluyor yada hızlı irili ufaklı ayak sesleri oluyordu. Kimi zaman ufak tefek çığlıklar duyan Mirza Bo zayıf hayvanların ölüm çığlıkları olduğunu çok iyi biliyor ancak bir miktar bile önemsemiyordu.
Bakışlarının bir noktaya takıldığını fark eden Mirza o noktayı detaylı bir şekilde gözden geçirmeye başlamıştı. Etrafta yanardağın patlamasından ötürü oluşan siyah kayalar hüküm sürüyordu. Bu kadar siyahlığın içinde ise gri zenkte bir taş parçası tüm dengeyi alt üst ediyor ve 'Ben buradayım' diye resmen kendisine açık davet yapıyordu.
Mirza Bo elinden bir şey gelmez bir şekilde ayağa kalkmış ve bıkkın bir şekilde taşa doğru ilerlemişti. Attığı adımların bir kaçında yerde bulunan siyah taşları sürüklüyor ve sıkkınlığının ne derece fazla olduğunu kendisine beliriyordu.
Taşın yakınlarına geldikçe tek bir taştan oluşmadığını anlayan Mirza Bo daha çok ufak bir taş göleti olduğunu fark etmişti. Bunca siyahlık karşısında o derece iyi bir renge sahipti ki insanın bir miktar içindeki kasvet dağılıyor ve insana bir miktar huzur veriyordu.
Bu kadar hoş görünen taşları almak isteyen Mirza Bo en sonunda hepsini teker teker boyutsal yüzüğünün içine doldurmuş ve sonrasında ise asıl istediği malzeme için ilerleyişini sürdürmüştü.
Çok değil ancak yetmiş adım atmıştı ki karşısında rengarek bir bitkinin varlığını görmüştü. Hızlıca o noktaya doğru koşan Mirza Bo bitkinin güzelliğine hayran kalmış ve üç nefes boyunca sadece bakakalmıştı. Böylesne güzel bir bitkiyi şifacı olduğu halde ilk kez görüşüydü ve kitaplarında yazdığından kat be kat daha ihtişamlı idi. Daha fazla vakit kaybetmemesi gerektiğini düşünen Mirza Bo elinin bitkinin köküne doğru atmıştı.
Sırtından aşağıya doğru bir fişek gibi ilerleyen ürperti ile köklerini kavramış olduğu bitkiyi bırakıp arkasını dönen Mirza Bo bir anlık görüşüne giren şey karşısında dona kalmıştı...
Comment Now
0 yorum